İş

Nejat Satı: Gezi benim için önemli bir kırılma noktası

Derin bir gerçeklik krizi içindeyiz. Türkiye’de sanat ortamı bugün geldiği noktada bu krizi aşmaya yetmediği gibi yoğunlaşmasını da pekiştiriyor. Büyük prodüksiyonların, şampanya partilerinin, kapatılan sansürlerin ve geçersiz gündemlerin ortasında, neredeyse hiç kimse içeriği umursamıyor.

Elbette sanat da pek çok şey gibi süreçlerden etkilenecektir ama anlam, anlamsızlıktan doğar. Bu bağlamda sonların belirsiz olduğunu düşünüyorum ve olayın başına dönüyorum… Sanatçının kendisine.

Nejat Satı konjonktürün getirilerini reddeden bir sanatçıdır. Fotoğrafları incelendiğinde süreçlere verdiği tepkiler izleniyor. Mana arayışının saptığı bir dünyaya yanıt veriyor. Soyutlamaları, bir bağlantılar ağı oluşturabilecek ilişkiselliğe sahiptir: Bir yandan soyut fotoğrafın sınırsızlık hissini kullanırken, diğer yandan toplumsal belleğe dokunur.

İtalyan Skira Yayınevi’nden “Psikolojik Denge Olarak Renk” adlı kitabı çıkan Nejat Satı ile tüm bu fikirlerin etrafında dönen bir röportaj gerçekleştirdik.

Necmi Sönmez ve Sabine Maria Schmidt’in metinlerinin yer aldığı kitap, sanatçının üretim motivasyonunu özetliyor.

Kariyerinizin başında zemine özgü işler deniyor, renkli enstalasyonlar düzenliyorsunuz. Sonra medyum aracılığıyla rengi tuvale entegre edip tablo haline getiriyorsunuz ama her şey renkle başlıyor ve bitiyor. Bu süreci sizden dinleyebilir miyiz?

Okuldan mezun olduktan sonra üç yıl fotoğrafçılık yapmadım, fotoğrafçılıkla uğraşamadım. Bu süre zarfında Jean Dubuffet gibi okulda öğrendiğim uygulamaları unuttum. Dubuffet, okuldan mezun olduktan sonra ilkel fotoğraflar çekmek için uzun süre fotoğraf çekmez. Çünkü akademide öğrendiklerinle sanatçı olamazsın… Üretim bir anlamda kendini keşfetme sürecidir. Açıkçası resmi anlamda “ressam” olmaktan kaçındım ta ki keşfedene kadar.

Günümüzde ressam olmakla sanatçı olmak çok yakın sayılmaz diye düşünülüyor, siz ne düşünüyorsunuz?

Şöyle anlatmalı… Bugün geldiğim nokta saydığınız saymadığınız bir sürecin samimi çalışmasıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin, önümüzde büyük bir sanat tarihi var; Artık tek başına minimal soyut yapamazsınız. Komik buluyorum. Doğal olarak bunun değerli olduğunu nasıl ayırt edebiliriz, karşı tarafı nasıl etkiler? Anlaşılır mı? Günün sonunda hayatımızın bir kısmı özel sermayeye, koleksiyonculara bağlı. Mesela çok iyi ayırt edemezler. Örnek olarak en kolayı olan bir Rothko’muz var, teşekkürler. Hala beni Rothko ile karşılaştırıyor. Ufuklar çok açık; Öyle ki Rothko minimal ve soyut çalışan tek sanatçı, başkası yok. Ancak minimal fotoğrafçılıkla uğraşan yüzlerce sanatçı bugün yalnızca Almanya’da bulunabilir.

Düştüğüm şey aslında farklı bir taraf vermekti. Resme döndüğümde yeni bir araç arayışı içindeydim. Plastik bir cihaza ihtiyaç vardı… Petrokimya çağında yaşıyoruz, plastik çağı. Araştırırken şu an kullandığım jelleri buldum ve besiyerini endüstriyel bir şeye karıştırdım; Bir anlamda fotoğraf plastikleşmiştir.

Malzemenin olanakları sizin için neden bu kadar değerli?

Kalıcılık değerlidir. Elbette Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz ama formu geliştirip içgüdüsel yaklaşımımıza entegre ediyoruz. İşte o zaman malzemeyi kişiselleştirmeniz gerekir. Bu süreçte önce malzemeyi söze döktüm sonra soyutlamalarımı farklı serilerimde detaylandırdım. Üretime en çok odaklandığım dönem 2010 – 2014 ortası. Mevcut çalışmalarıma hep o dönemden referanslar veriliyor. Örneğin, “Yaralar” yeni bir görünürlük kazanmış olsa da, üzerinde uzun süre çalıştığım bir şeydi. Bu seriye Seyahat’ten sonra bedensel yaraları da ekledim. O dönemde her yerde gördüğümüz plastik mermi izleri, daha önce gördüğüm fiziksel hasardan çok daha akılda kalıcıydı.

Melankoli Serisi, Kırık Camlar

İlk bakışta muhtemelen net değil ama politik bir yanınız olduğu söylenebilir mi?

Sözlere her zaman açık olmasa da; İçinde bulunduğumuz konjonktür elbette biz sanatçıları çok etkiliyor. “Melankoli” dizisi işte böyle Gezi’den bir yıl önce vizyona girdi. Bu da ne? Öfke… Öfke üzerine çalışmak istedim. Öfke nasıl soyutlanır? Pollock, kinetik olarak zamanında boya kullanır ve sıçratır. Ne kadar sert sıçrarsa, o kadar sert bir form çıkıyor yüzeyde… Seyahat olaylarından bir yıl önce, ilk yasaklanan 1 Mayıs’tan sonra; Kurtuluş’ta evimin önünde fotoğraf çekiyorum… Bir bankanın kırık camını gördüm. Taş attılar ama cam kırılmadı, örümcek ağı gibi çatladı. Materyalimle çok iyi giden hem soyut hem de somut bir formdu! Daha sonra gözlüklerin varyasyonlarını kendim denedim ve tuvale taşıdım… Daha sonra imza serim oldu. Çok ilginç.

Siteye özel çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

En büyük mekansal çalışmam “Silence_Storm” sergisindeydi. İzmir’de yıkılan eski Tütün Deposunda yaptık. Temelde çok güzel bir binaydı, bir sanat müzesi olabilirdi, korunabilirdi. Ne yazık ki Güçlü Holding burayı gökdelen yapmak için yıktı. Necmi Sönmez beni davet ettiğinde yerin haline hayran kaldım ve bulduğum nesnelerden bir şeyler yaratmak istedim. Binayı ters çevirdim. İki dev plastik palmiye ağacı bulduk. Suni çim… Peyzajda kullanıma uygun taşlar vardı. Tüm bunlarla bir alan oluşturdum ve müdahale olarak nesneleri sadece floresan renklere boyadım. O dönemde Fahrettin Altay metrosu yapılıyordu. Metroda çökme yaşandı ve inşaat uzun süre bitmedi. Trafik berbattı. Her yerde belediyenin “Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” yazıları… Nitekim ben büyük bir rahatsızlık duymuş olmalıyım ki, ben de işin adını Adem Belediyesi koydum. Adem Belediyesi: Cennetten bir modül. Adem Belediyesi Park ve Bahçe çalışması… Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz…

Bulma araçlarını kullandığınız başka alanlar var mıydı?

Bir de ceket var. Babamın öldüğü sıralardaydı. Memurdu, üç ceketi vardı. Dikmek zorundaydı. Memur olduğu için bir ihtiyaç olduğunu söyleyebilirim. Okul önlüğü gibi bir şeydi, o yüzden görmelisin. Tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyorum ama atölyeme yakın bir muhasebeci vardı. Yanından geçerken evrak kolilerini boşalttıklarını gördüm. İlgimi çekti diyebilirim; Onlarla bir şey yaparım, işe yarayabilir. Ben de o dönemde mülkiyeti düşünüyordum. Onları aldım, uzun süre beklediler. Babam öldükten sonra onlardan ceket ve kravat yaptım.

Pandeminin başında elimde birkaç belge daha kalmıştı. Temelde benim için kağıtlarla işim bitmişti, onları tekrar kullanmayı düşünmüyordum. Manasını bulmuştu. Seferihisar’da yalnızdım. Sağlık Bakanı’nın maske açıklamasını duydum, eczane ve dükkanların maske satması yasak. Devletin maske vereceği söylendi. Bu çok ironik çünkü bir eczacının oğlu olarak uzun süre maske alamadım. Bir yere girerken ağzıma kese bağladım. Bakan böyle bir şey söyleyince eski belgeler yeniden gün yüzüne çıktı. Daha önce “Yeni Nejat Eczanesi” diye birkaç çalışma yapmıştım. Yeni Nejat Eczanesi’ne eski vergi iadesi evraklarından yola çıkarak maske ürettim… Esasında bir hicivdi. Bu bir bağış olarak yapıldı. Bulunan malzemelerle yaptığım ikinci iş. Bally kutuları da var. Kutulara kendi yazı karakterimle kişisel anekdotlar yazmaya başladım. Bu “Yeni Nejat Eczanesi” ile devam eden bir seriydi. Bunlar, şimdi yazsam ciddi sorunlar yaşayacağım zıt anekdotlar. Bunları o dönem İstiklal Caddesi’nde sergiledik.

‘ÜRETİM TÜRLERİ YAŞAM TARZIYLA GELİŞİR’

Üretimlerinizde farklı tetikleyicileriniz olduğu izlenimine kapılıyorum. Bunu nasıl görüyorsun?

İnsanlar değişiyor, yaşam biçimleriyle birlikte üretim biçimleri de gelişiyor benim için. Eskiden daha hızlı yaşardım, şimdi daha yavaş yaşasam da daha çok çalışıyorum. Bu, bir şeyin daha zor hissettirdiği anlamına gelir. Beğenilme korkum yok. Aksine, son zamanlarda daha zor sayılacak şeyleri yapmak için mücadele ediyorum. Yetmedi yaralar, tuvallerimi kesmeye başladım artık. Atölyede canım sıkıldı, tam kesim renk arayan bir iş vardı; oturmuş. Durdum ve baktım ve keseyim dedim. Saatlerce klişe olacak bir şey değildi mesela dediğin gibi bir an tetiklendim, bir dürtüydü. Sonra işi diktim. İşin adı “Faça 1” çok hoşuma gitti.

Neden resmin dışına çıkmıyorsun? Biyolojiye karşı bir ilginiz var ve bunu “Organik” serisindeki çalışmalarınızda da gözlemleyebiliyoruz. Örneğin, neden bio-art’ı denemediniz?

Malzemeyi değiştirmek istemiyorum açıkçası biraz yoruldum. 2010’dan 2020’ye kadar sekiz tribün yaptım. Bunlardan biri Hong Kong’da oldu, obur Londra’daydı. Buralarda tükendiğini gördüm. O süreçte çok hızlı koştum, kimsenin itmesiyle yapmadım. Şunu açıkça söyleyeyim, kimse zorlamadı, teşvik tekniği ile olmadı. Az değil, 150 fotoğraf çektim. Düşündüğünden bile daha fazla olabilir. İnsanları birbirine bağlamakla ilgiliydi. Türkiye değişti, dünya değişti… Ben de yoruldum. Enstrüman gamınız genişledikçe yeni bir şey keşfetmeye başlıyorsunuz ama ben o tür bir sanatçı değilim. Tek başıma çalışmayı seviyorum, farklı malzemeler üzerinde çalışmaya başlayınca asistan ve yapımcı devreye giriyor.

‘GEZİ BENİM İÇİN ÖNEMLİ BİR KIRILMA NOKTASI’

Bu süreçlerin ilişkisel ve ruhsal yönlerinden bahseder misiniz?

Hüseyin Bahri Alptekin, “İş başlayınca çok heyecanlanıyorum, iş bitince moralim bozuluyor” dedi. Bu benim için de geçerli. Resmimi planlamıyorum, yönettiğim ya da yönettiğim süreçler var ama dışavurumcu bir hisle fotoğraflıyorum. Daha kişisel olacak olursak, 2013 Seyahat benim için çok değerli bir atılım. Sonra Urla’ya taşındım; Aslında üretim için pek ilham verici bir yer değil. Empresyonist ve romantik anlamda fotoğraf çekmenin kolay olduğu bir kasabadır. Politik sorun yok, taşra hayatı.

Gerçi o zamanlar çok çalışıyordum. Yapı serisi minimal özetleri orada göründü. O serinin en iyi işlerini orada ürettim, içe dönüklük olarak görebiliriz. Dış etkenlere maruz kalmadığınız bir alan. Gökdelenleri görmüyorsun, sürekli gökyüzünü ve ormanı görüyorsun. Evimde perde yoktu. O ormandaydım.

Annenin eczacı olduğunu biliyorum, eserlerinde çocukluğundan bir şeyler katıyor gibisin. Mesela üzerine yazılar yazdığınız ilaç kutularının fotoğrafları var…

Bunu herkes yaşar, daha duyarlı insanlar. Vücudunun bir güzelleşme süreci var, izliyorsun. Yaralar yaşla birlikte iyileşir. Bir haftada geçen yaranın tam iki haftadır yerinde durduğunu yeni fark ettim. Haplara gelince, ilk başta onu Damien Hirst’ün uyuşturucularıyla ilişkilendirmeye çalışanlar vardı ama o entropi üzerinde çalışıyordu. Dediğiniz gibi uyuşturucularla çok yoğun bir çocukluk geçirdim ve o jilet biçimli ilaç kutularının üzerine neden o kötü yazıyla kullanım talimatı yazdıklarını bir türlü anlayamadım. Bana çok saçma geldi. Sonrasında ilaçtan ne beklediğimizi sorguladığımda kutulara da yazmak istediğim şeyler olduğunu fark ettim.

Uygulamanızda renk kullanımı nerede konumlanıyor?

Necmi yıllar önce benimle ilgili bir yazısında “Rengi bir sınıf olarak ele alıyor, rengin bir statü nesnesi olduğunu ortaya koyuyor” demişti. dedi. O zaman pek düşünmedim. Sanatçı kendini inceleyemez, eleştirmen dışarıdan bir göz olarak daha iyi görebilir. Bana göre bir yöntemi yok aslında bu içgüdüsel bir durum. Her seride başka bir şeyin işe yaradığını hissediyorum ve bazı şeyler çalışmıyor tabii ki… Çoğunlukla soyutlamalara bağlı olarak bağlı kalmak istediğim renkler var ama onlar için özel bir planım yoktu. Çokça çöpe attığım bir fotoğraf oldu.

Keskin bir örnek verebilirim. 2017-2018 Seferihisar’da tek başımayım… Canım sıkılmaya başlamıştı. Siyah tonları, ağır tonlar kullanmaya başladım. Hatta bazılarının arkasına parlak renkler koyup siyah koymaya başladım. Çok parlak renkler üzerine siyah. Siyah ışığı yansıtmaz. Standımın dört gün sonra açılacağını asla unutmayacağım. Bu stand için renkli çalışmalar yaptım. O zamanlar siyah hakkında çok düşünüyordum. Siyahı göstermek için kontrastla yansıtmak zorunda kaldım. O zamanki kız arkadaşım; adı Tilbe idi, bir konu açıldı ve adının anlamını hiç sormadığımı fark ettim. “Bulutların arasından sızan güneş,” dedi. Işığın karanlıkta saklandığı bir nokta fikri geldi aklıma. Son anda renkli fotoğrafların üzerine siyah şeffaf çıktım. Bu şekilde siyaha kavuştum.

Son dönemin eserleri çoğunlukla kayıp, hasar ve acı üzerine kuruludur. Doğal sosyal duruma uyuyorlar, rahatsız edici. Son dönemde algophobia – acı korkusu denilen kavram ortaya çıktı, ‘insanların acıdan tamamen kaçınması’. Bu konuda çalışmalarınıza yansıttığınız bir tavrınız var mı?

Haziran 2020’de İstanbul’a geri taşındım. Bana Arter’e gittiniz mi diye sorun. Gitmedim. Başka bir galeride açılan stant da beni pek ilgilendirmiyor. Çok izole oldum, muhtemelen Covid etkisi. Covid olacağımdan değil, yeni insanlarla tanışamayacağım. Kendime küçük bir dünya kurmak üzereyim, o küçük dünyada yaşıyorum. Kurumların ya da kabinlerin berbat olduğunu söylemiyorum, gitmiyorum. Doğal olarak kendime koza örmek üzereyim. Büyük hırslarla sanatçı olmadım mesela, yurt dışına ayağım olsun demedim. Sanatımı meslek olarak yaşayan bir insan olmadım. Piyasamız spekülasyona çok açık. “Bir sanat eserinin değerini ne belirler?” diye bir şey yazmıştınız. söyleyerek. Gerçek, ne belirler? Açıklamalarınız güzel evet ama asıl gerçek, ona olan tutkunuz hakkında yazdıklarınız. Bunun dışında sanatçı ölür, piyasa şişer, hayatta başka bir sanatçı proje olabilir. Onlarla hiçbir ilgim yoktu.

Günümüz sanatında maneviyat sanki korkulacak bir şeymiş gibi arka plana itilmektedir. Fotoğraflarınızda nerede duruyor?

olmazsa olmazlarından biri maneviyattır. Dünyanın değiştiği kabul ediliyor ama hayat buna paralel olarak değişiyor mu? Sanatın özü değişir mi? Mağaralardan günümüze çok değiştiğini düşünmüyorum. İnsanlar hala öncelikle kendilerini ifade etmek için sanat yapıyorlar. Bir konuşma biçimi olarak algılanamayan birçok çalışma var.

Kronolojik ve şematik olarak Nejat Satı ne yaptı? 15 yıllık bir birikim var.

Nejat Satı “Nefs”, “Melankoli”, “Yapı”, “Katharsis” ve “Organik” dizilerini yaptım. Fotoğrafçılığa başlangıçlarım otoportreler ve biyolojik görüntülerdi. Fotoğraf tamamen aynıydı. 2010-2013 ortasında ürettiklerimin üzerine hala devam ediyorum. Nasıl başladığınız değerlidir. Kavramsal olarak yola çıkarsanız değişim sorun olur, makul bir aidiyet kazanırsınız. Estetik olarak başlarsanız alan daha geniştir. İlk yıllarımda küratörlüğünü Halil Altındere ve Necmi Sönmez’in yaptığı kavramsal işler sergiledim. Bu eserlerin özel koleksiyonlarda yer bulması çok zor, şirketler ve hatta fonlar etrafında dönen bir hayat seçmek zorundasınız. Bunu ben istemedim, sanırım bu bir seçimdi. Bir süre bıraktım ama resme geri döndüm. Bu nedenle fotoğrafçılığımın sadece sözlerimin değil, yaşam tercihlerimin de eseri olduğunu söyleyebilirim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu